17 Ocak 2011 Pazartesi

Ah be babam!

75. yaşını kutlamaya birkaç gün vardı şurada… Her sabah yaptığı gibi bu sabah da ekmeği fırından sıcacık almak için düşmüş yola… Kucağında ekmekler, karşıdan karşıya geçerken önündeki minibüsü sollayan bir otobüs vurmuş ona… Ekmekler bir yana, babam bir yana savrulmuş. Başını vurmuş kaldırıma… Kanı dökülmüş asfalta…

Bir telefon geldi bana sabahın erken saatlerinde… Telefonda sesini tanımadığım bir kadın, “Bu bir şaka değil, babanız kaza geçirdi, anneniz telefonu bana bıraktı, ambulansla götürdüler…” diyordu. Hastane belli değildi. Gitmesi muhtemel hastaneleri aradık ama nafile… Sonraki telefonda öğrendik yerini, koştum hastaneye…

Yoğun bakımdaki görevli, babamın başında iki yerde kanama olduğunu, kendisini ameliyat edemeyeceklerini söyledi. Beklemekten başka çare yoktu. Sonra hastanın yatışı için başvuruda bulunmamı istedi. Elimde belgeler gittim, bilgisayar çalışmıyordu. Birkaç saat sonra yine… Kayıt yapılırken “babam emekli” dedim, yine de benden taahhütname aldılar, devlet hastanesiydi ama nemelazım masrafları ödemeden kaçabilirdik. “Sonra düzeltiliriz, bu geçici bir prosedür” dedi memur hanım, takınabildiği en nazik tavırla…

Elimde bir tomar kağıt, yoğun bakım ünitesinin kapısında bekleşenleri yararak kapıya vurdum, içerideki bayan görevli “Şu bilmemne serumlarından şu kadar almanız gerekiyor.” dedi. Sonra da, “Biliyoruz burası devlet hastanesi, babanız emekli, siz sigortalısınız ama bitmiş işte…” Kimin umurundaki SSK, SGK? Fırladım, eczaneye koptum geldim. O beş istemişti, ben on aldım, yeter ki iyi gelsin babama… Ama biliyorum ki, umutlar tükeniyor her an…

İşe geldim, insanlar üzgün, merakla neler olduğunu soruyorlar… Telefonum susmuyor, yıllardır görüşmediğimiz/görüşemediğimiz akrabalar, dostlar, hısımlar, komşular arayıp hatır soruyor… Yollamam gereken mailler, vermem gereken talimatlar var. Oturuyorum bilgisayarın başına, “Allahım, buz gibiyim, ne oldu bana?” diyorum kendi kendime… Şoka mı girdim, nedir?

Telefon çalıyor, bilmediğim bir numara… Telefonda bir adam ağlamaklı… Babama çarpan otobüsün şoförü… Onu affetmemi istiyor. Polisler ifadesini almak için götürüyorlarmış. Sakince, “Allah affetsin!” diyorum. Olayı anlatmasını istiyorum (Allah kahretsin hala buz gibiyim). Bana bir minibüsü solladığını arkasından babamın çıktığını, kendini otobüsün altına attığını söylüyor. Telefonu kapatıyorum sessizce…

İş için insanlar arıyor… Ses tonuma onlar da şaşıyor… Nasıl şaşmasınlar, ben bile şaşıyorum…

Yarın sabah iş için yurtdışına çıkmam gerekiyor… Yıllardır emek sarf ettiğimiz, oraya gitmemiz için birçok fedakarlığın yapıldığı bir iş… Bir tarafım “gitme” derken, öbür tarafım “durma” diyor. Gitmekten başka çarem yok, çünkü bu iş benim bugünüm değil, yarınım da… Soruyorum kendime, bu bir kaçış mı diye… Belki de…

Hayat… Tüm anlamsızlığıyla devam ediyor… Ölüm belki bir otobüs kadar yakın… Cesur muyum, korkak mıyım? Belki her ikisi de…

Ah be baba! Tek evladın olmama karşın seninle aramda hep bir mesafe oldu. Bunda küçükken yediğim sağlam dayakların, daha ilkokul çağındayken senin yıllarca Amerika’da olmanın payı var mı bilmiyorum. Aslında seni ve annemi daha iyi anlıyorum. Siz de anne baba sevgisini tadamadınız ki, bun çocuğunuzla paylaşabilesiniz. Dedem 33 yaşında vefat edince, iki çocukla babaannem apar topar evlendirilmiş, yeni baba da sen ve halamı istemeyince, evlatlık olmuşsunuz uzak bir akrabaya (ki ben onları dede ve babaanne bilmiştim)…

Ah be baba! Şu yaşa gelinceye kadar hep kaybettin…

Ne olur, şu son mücadeleyi kazan… Benim için de değil annem için…

2 yorum:

MuGoY dedi ki...

Allah'tan acil şifalar diliyorum.

BMA dedi ki...

Haberi yeni öğrendim. Başınız sağ olsun. Allah geride kalanlara sabır versin.