30 Aralık 2010 Perşembe

Yılanlı bağın üzümü

Rivayet bu ya, padişahın oğlu tebdil-i kıyafet halkın arasına karışmayı pek sever, zaman zaman atına atlayıp hükümdarlığın en ücra köşelerini ziyaret edermiş. Bir gün yolu Tekirdağ Şarköy yakınlarındaki Kızılcaterzi Köyü’ne düşmüş. Konuksever köylüler, bu genç yabancıya ikramda kusur etmemişler. Kuzular çevrilmiş, pilavlar yapılmış. Yanında da bir içecek vermişler. Genç şehzade ilk yudumu aldıktan sonra sormuş;

-    Ben ömrümde böyle güzel bir içki içmedim. Bu nedir ağalar?

Köylüler, içtiği içkinin rakı olduğunu, bu içkiyi kendi bağlarından topladıkları üzümle yaptıklarını söylemişler. Genç şehzade bir bardak daha isteyince, köyün reisi içini çekmiş;

-    Keşke olsa bir bardak daha… Bu elimizdeki son idi. O da sen misafir olduğun için sana ayırdık.

Şehzade şaşırmış, köylülere neden daha fazla yapmadıklarını sormuş. Reis anlatmaya başlamış. “Dinle genç adam…” demiş ve devam etmiş: “Bir zamanlar, bizim köyün bağından topladığımız üzümlerden yapılan rakının tadı dillere destandı. Lakin bir yılan dadandı ki bağa, sorma gitsin. Kim bağa üzüm toplamaya giderse sokuyor, üzüm toplamamıza izin vermiyor.”

“Ben” demiş genç adam kılıcının kabzasına yapışarak, “Bu yılanı öldürürüm…” Köylüler, “Amman yapma, etme…” demişler ama nafile… Şehzade, atına atladığı gibi bağda almış soluğu… “Aha, burası yuvasıdır…” diye köylüler, yılanın uyuduğu deliği göstermişler. Şehzade, elinde kılıcı kükremiş; “Çık dışarı bre yılan” diye. Tıss yok… Allem etmiş, kallem etmiş, yılan deliğinden çıkmıyor. Aklına bir fikir gelmiş, yılanın deliğine doğru tatlı tatlı konuşmaya başlamış. “Yedi diyar aştım geldim, senin güzelliğini görmeye, sen ki yılanların şahısın, şahmeranısın, göster bana güzelliğini…” diye usulca fısıldamış. Yılan bütün azametiyle delikten ağır ağır sürüne sürüne çıkmış.

Elindeki kılıcı tam kafasına indirecekken, yılan hızla kaçmaya başlamış. Bu duruma hem köylüler, hem de şehzade çok şaşırmış. Genç adam kılıcını savurdukça yılan kaçıyor, ama asla geri saldırmıyormuş. Yılan önde, şehzade arkada ta deniz kenarına kadar gelmişler. Yılan sıkışmasına rağmen, şehzadeye saldırmamış ve kendini denize atmış.

Birden şehzadenin içine bir garip his doğmuş, “Herkesi sokan bu yılan, onu öldürmeye çalıştığım halde bana saldırmadı. Hem çok da güzel bir yılan.” diye düşünerek, yılanın peşinden denize atladığı gibi ona sımsıkı sarılarak soğuktan donmasını engellemeye çalışmış. Meğer bu yılan kötü kalpli bir cadı tarafından büyülenmiş bir sultan değil miymiş? Şayet, yılan olduğu halde, bir insanoğlu ona sarılırsa büyü bozulacakmış. Büyü bozulmuş ve şehzade, sultana âşık olmuş. 40 gün 40 gece düğün dernek kurulmuş, köylüler o güzel bağın üzümlerinden bol bol rakı yapmışlar.

Kıssadan hisse… Tekirdağ Rakısı’nın lezzeti hala o bağın üzümünden gelir.

Şehzade’nin yılanı tatlı sözlerle yuvasından çıkardığını görenler, “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”, denizden sarılarak çıkardığını görenler ise “Denize düşen yılana sarılır” demişler… Bu sözler de tıpkı o lezzet gibi ta bugünlere kadar gelmiş…

26 Kasım 2010 Cuma

Bu türkü insanın içine işliyor..



"Çocuklar Duymasın" dizisinde izlediğimde çok şaşırdım... Aradım, taradım sonunda buldum.

15 Ekim 2010 Cuma

Garcia'ya Mektup

Bizim zamanımızda iyi bir çalışan, iyi bir görev adamı olmanın en önemli örneği olarak “Garcia’ya mektup” adlı makale gösterilirdi. Yeni neslin bu makaleden ne kadar haberi var, bilmem… Bu makale, 1899 yılında Elbert Hubbart tarafından yazıldı ve Philistine adlı aylık bir dergide yayımlandı. Yazı, New York Merkez Demiryolu yöneticisi George Daniels’i çok etkiledi ve bu yazıyı işçilerine dağıtmak için izin istedi. Sonra 500 bin adet bastırarak işçilere dağıttırdı. Bir süre sonra Rus Demiryolları Genel Müdürü Prens Hilakoff, bu yazıdan haberdar oldu. New York’taki işçilerden temin edilen yazı, Rusça’ya çevrilerek, Rus demiryolu işçilerine dağıtıldı. Yazıyı okuyan Rus Ordusu mensupları da mektubu tüm askerlere dağıttılar. Japonya ile yapılan savaşta her Rus askerinin cebinde bu yazının bir kopyası bulunuyordu. Tutsak alınan Rus askerlerinin ceplerinde bu yazıları gören Japonlar, yazıyı Japonca’ya çevirdiler. Yazıdan etkilenen İmparator, Japonya’da hem ordu, hem de devlet mensuplarına bu yazının bir kopyasının yollanmasını emretti. 1913’te Amerikalı denizcilerin cebinde bu mektubun bir kopyası bulunuyordu. Makale yayınlandıktan sonra 14 yıl içinde 40 milyondan fazla resmi kopyası basılmıştı.

Gelin kerameti kendinden menkul Garcia’ya o mektubu ulaştırmak için görev alan Çavuş Rowan’la ilgili öyküyü ve makaledeki kıssadan hisseyi bir kez daha hatırlayalım… 

Garcia'ya Mektup

Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya arasındaki savaşın bir aşamasında ABD Başkanı, çok acele olarak Küba'daki isyancıların önderi Garcia'ya bir haber göndermek istedi. Garcia, hangisinde olduğu bilinmeyen Küba dağlarından birinde ve nerede oldukları bilinmeyen onlarca sığınaktan birinde saklanıyordu. Kendisine posta ya da telgraf yoluyla ulaşabilmek olanaksızdı.

ABD Başkanı'nın ona, ne denli önemli bir haber göndermek istediğini bilen çevresindekiler, Garcia'ya bir haberin, ancak elden götürülebilecek bir mektupla ulaştırılabileceğini bildirmek zorunda kaldılar. Başkanın çaresiz bakışları karşısında yanıt, çevresindeki subaylardan birinden geldi.

'Benim birliğimde, Rowan adında bir çavuş vardır' dedi. Kimsenin nerede olduğunu bilmediği Garcia'yi o bulabilir ve mektubunuzu kendisine ulaştırabilir.

Bu yanıta Başkan'ın aklı pek yatmamıştı ama, ortada yapılabilecek başka bir şey yoktu. Rowan çağrıldı. Kendisine, Garcia'ya gönderilecek mektup uzatıldı ve... 'Bunu, Garcia'ya teslim edeceksin' denildi.

Rowan mektubu aldı, üniformasının yanındaki deri kesenin içine koydu, kesenin ağzını sıkıca büzdükten sonra, göğsünün üzerine kayışla bağladı. Önce Başkan'a selam verdi, sonra komutanlara, en sonra da kendi komutanına selam verdi, dışarı çıktı.

Rowan, yola çıktıktan tam dört gün sonra, gecenin karanlığından da yararlanarak, üstü açık bir kayıkla Küba sahilinin açıklarına vardı. Küba'nın, balta girmemiş ormanlarına dalıp, gözden kaybolduktan üç hafta sonra, adanın öteki yakasında ortaya çıktı. Ülkesinin düşmanı bir ülkeyi, yürüyerek bir uçtan öteki uca geçti ve Garcia'ya, mektubunu teslim etti.

Burada size Rowan'in, Garcia'ya mektubu götürebilmek için ne zorluklar atlattığını, ne tehlikeler geçirdiğini anlatacak değilim. Onun, ne denli kahraman bir asker olduğunu da anlatacak değilim. Yalnızca bir noktayı, hem de çok gereksinim duyduğumuz bir noktayı, iyice belirtmek için yazıyorum size tüm bunları.

ABD Başkanı'nın makam odasındaki olayı, ana çizgileriyle bir kez daha gözden geçirelim:

ABD Başkanı Mckinley, Garcia'ya teslim edilmek üzere Rowan'a bir mektup verdi. Ona yalnızca, 'Bu mektubu Garcia'ya teslim ediniz' dedi. Rowan mektubu aldı, göğsüne bağladı, selamını verdi ve odadan çıktı.

Lütfen dikkat ediniz: Rowan, 'Garcia nerede?' diye bir soru sormadı. 'Garcia kim?' diye bir soru da sormadı. Yaptığı tek şey, kendisine verilen görevi almak oldu. Zaten kendisinden beklenen, onun da yapması gereken buydu.

Rowan, ülkesindeki her okula heykeli dikilebilecek ve yetişen tüm kuşaklara örnek olarak tanıtılabilecek bir 'ölümsüz kahraman'dır. Fakat bugünün gençleri onun kahramanlığından çok, başka bir özelliğini örnek almak zorundadırlar. Rowan'in örnek alınması gereken özelliği, verilen görevi sadakatle kabullenmek, o görevi yerine getirebilmek için hemen harekete geçmek ve görevi eksiksiz tamamlayabilmek için tüm enerjilerini bir noktada toplamak disiplinidir.

Özetle, Garcia'ya gönderilecek mektubu almak, hemen götürmek için yola çıkmak ve mektubu Garcia'ya teslim ederek görevi kendinden beklenildiği güven düzeyinde tamamlamak sorumluluğu ve terbiyesidir.

General Garcia simdi yaşamıyor, fakat yeryüzünde başka Garcia'lar var. Ve o Garcia'lara gönderilecek başka mektuplar var. Çevremize baktığımızda ise, genellikle güçsüz, isteksiz, gönülsüz ve umursamaz kişilerle karsılaşıyoruz.

Yönetici olarak görev yaptığınız iş yerinizde, varsayın ki altı yardımcınız var. Bunlardan birini çağırın ve kendisinden söyle bir istekte bulunun:

'Lütfen benim için ansiklopediye bakıp, Corregio'nun yaşamına ilişkin özet bir bilgi hazırlayın.' Yardımcınız size, 'Peki, efendim' deyip, bu görevi yapmaya hemen gidecek mi?
Boş yere umutlanmayın. Büyük bir olasılıkla böyle bir şey yapmayacak. Donuk bir ifadeyle yüzünüze bakacak ve size, şu sorulardan birini ya da birkaçını soracaktır:
-O kimdir?
-Hangi ansiklopedi'den bakayım?
-Fakat bu görev benim sorumluluk alanıma girmiyor ki, efendim...
-Bismarck'ın yaşam öyküsünü istemiyorsunuz, değil mi?
-Bunu benden daha kıdemli bir arkadaş yapsa daha iyi olmaz mı, efendim?
-Yaşamı hakkında bilgi istediğiniz bu kişi halen yaşıyor mu, yoksa ölmüş mü, efendim?
-Acelesi var mi, yoksa elimdeki işi bitirdikten sonra yapsam olur mu?
-Ben ansiklopediyi bulup getirsem olur mu, yoksa oradaki bilgiyi aynen kopya çekmemi mi istersiniz?
-Bu kişinin yaşamını niçin öğrenmek istiyorsunuz, efendim?
-Onun yaşam öyküsünde neyi vurgulamamı istersiniz?

Siz tüm bu soruları büyük bir sabırla yanıtlayıp, kendisinden bu bilgiyi niçin istediğinizi, onun bu bilgiyi nereden, nasıl bulacağını tane tane açıkladıktan sonra bile çalışma arkadaşınız, hiç kuşkum yok, kendi bölümüne gidecek ve kendi yardımcıları arasında 'Garcia'ya Mektup'u götürecek bir kişiyi aramaya çalışacaktır.

Bir stenograf ilanı için başvuranların onda dokuzu, ne imla kurallarını, ne de noktalama işaretlerini kullanmayı bilir. Daha da kötüsü, başvuruda bulunduğu is için bunların 'olmazsa olmaz' kurallar olduğunu aklına bile getirmez. Böyle bir kişi, Garcia'ya mektup götürebilir mi?

Benim yüreğim, evde olduğu zaman da, işten uzakta olduğu zaman da işini yapan adamdan yanadır. Garcia'ya götürmesi için kendisine verilen mektubu alıp, cebine koyan, fakat aptalca sorular sormayan adamdan yanadır. Uygarlık, işte bu çaptaki kişiler için uzun ve biraz da sıkıntılı bir soruşturma dönemidir.

O her kentte, kasabada, köyde ve her büroda, mağazada ve fabrikada vardır. Dünya, işte bu çaptaki kişilerin sorumluluk bilinci ve iş terbiyeleriyle ayakta durabiliyor. Tüm insanlık, evrimini biraz daha, biraz daha hızlandırabilmek için, tüm gücüyle, işte bu bilinç ve bu terbiyedeki, bu çaptaki kişiler için haykırıyor:

'Garcia'ya mektup götürecek kişilere gereksinimimiz var. Hem de en kısa sürede, her yerde ve her zaman...'

11 Ekim 2010 Pazartesi

Bizim Türkler… Mehmet Yurdadön, Mehmet Terzi ve Ahmet Altun…

Berlin’de Olimpiyat Stadı’ndayım… 75 bin seyircinin neredeyse 50-60 bini Türk. Almanlar başkentlerinde deplasmanda gibiler… Tek tük Alman bayrakları, Türk bayraklarının yarattığı o kızıl denizde zor seçiliyor. Bir milli marş söyleniyor ki hep bir ağızdan, Mesut Özil’e nazire yaparcasına… Etkilenmemek ne mümkün... Almanlar şaşkın şaşkın bakınıyor…

Bu stadın anlamı büyük… Hitler, 1936 Berlin Olimpiyatları’nda nasyonal sosyalizmin propagandasını yapmak için yaptırmış bu stadı… Ama Jesse Owens adında bir genç, bir öğleden sonra tam altı dünya rekoru birden kırdı 45 dakika içinde… Ve Aryan ırkının üstünlüğünü savunan Hitler, bu siyahî genç karşısında madara oldu. Belki bu rekorlarda bir Alman’ın Adi Dassler’in, yani Adidas markasının yaratıcısının, Jesse Owens için hazırladığı özel ayakkabıların da payı vardı, kim bilir?..

Maç başlıyor, kötüyüz belli… Kendi sahamıza hapsolmuşuz, pas hatalarının haddi hesabı yok. Nitekim saçma sapan bir orta, saçma bir kafa, Volkan’ın müdahalesi, önce üst direk, sonra sol direğin alt iç bölümü derken, orada biten Miroslav Klose… İkinci yarı bir iki atakla umutlanır gibi oluyoruz. 52. dakikada Halil topu kaleciye nişanlayınca o umutlar da tükeniyor. Sonra maç başından beri ıslıklanan Mesut Özil, hayatının en basit gollerinden birini ağlarımıza bırakıyor, Volkan’ın bacakları arasından… Sevinsin mi, üzülsün mü bilemiyor, korner çizgisini geçip tebrikleri kabul ediyor ayıp bir şey yapmış gibi…

Sinirimiz bozuluyor, çıkıyoruz stattan… Yürürken üçüncü golün tezahüratını duyuyoruz arkamızdan… Üzülüyoruz, ne yapabiliriz ki?.. Peki ya burada yaşayan, o stadı hıncahınç dolduran vatandaşlarımız ne yapsın? Yarın komşusuyla, patronuyla, işçisiyle Almanlar’ın eğlencesi olacak.. İşte o zaman Vista Turizm’den Hakan’ın bir gün önce otobüste anlattığı o özel anı geliyor aklıma… Belki tarihleri ve mekânları karıştırıyor Hakan… Çocukmuş o zamanlar… Ama olay gerçek…

Hakan, eski bir Almancı… Babası Almanya’da spor adına çok şey yapmış. Türkiyemspor’un kurucularından… Yine bir Almanya-Türkiye maçı, 5-1 yeniliyoruz. Yıl 1983… Milli takımımız o dönem gelenden yiyor, gidenden yiyor… Meşhur 8-0’lar dönemi… Tabii Türkler o zaman da perişan… Bizim Hakan’ın babası, o dönemlerin Mehmet Yurdadön, Mehmet Terzi – Sanıyorum kendisi şimdi Atletizm Federasyonu Başkanı - , Ahmet Altun gibi uzun mesafe koşucularını Almanya’da düzenlenen bir yarı maratona çağırıyor. Tabii bu üç atletimiz de Almanya’da pek tanınmıyor o zamanlar. Velhasıl kelam yarış başlıyor. Hakan ve babası eski Volkswagen’leriyle yarış güzergâhının paralelindeki sokaklardan durumu izlemeye çalışıyorlar. Cep telefonu da yok o günlerde… Geçerken soruyorlar, “Bizim Türkler geçti mi?” diye… “İlk gruptaydılar…” diyorlar genellikle… Bizim koşuculara yetişemeyeceklerini anlayınca, stada gidiyorlar sonucu görmek için… O da ne! Bir bakıyorlar ki, stada Mehmet Yurdadön ve Mehmet Terzi birlikte giriyor. İki atletimiz elele ipi göğüslüyorlar… Derken, arkadan Ahmet Altun görünüyor. O da yarışı üçüncü olarak bitiriyor ve Almanya’da yaşayan yurttaşlarımızın göğsünü kabartıyor. Almanlar, hayretle “Demek sizin ülkenizde futboldan başka spor da varmış” diyerek hayranlıklarını saklamıyorlar… Ve 5-1’in sızısı çabuk unutuluyor.

Gelelim düzeltmelere… Evet maç, 1983’te ve sonuç 5-1… Ancak koşu 1985’te yapılıyor… Ve yer Berlin değil, Offenbach… Offenbach yarı maratonu… Ama bunlar hiç önemli değil… Önemli olan göğsünde ay yıldızlı formayı taşıyanların ruhunun olup olmadığı…

29 Ağustos 2010 Pazar

Medyaya konuşacaklar için 6 tüyo

İşinizle, piyasanızla ve endüstrinizle ilgili bilgi sahibi olmanız, şirketiniz için önemli bir değer olduğu gibi, bu bilgi sıklıkla medya tarafından da izlenir.

Medya ile kurulan karşılıklı iletişim her iki tarafa da yarar sağlar. Bir gazeteci, çalışmalarınızla ilgili daha derinlikli ve ayrıntılı bilgiye sahip olurken siz ve şirketiniz de değeri biçilemeyen medya desteği elde edersiniz.
Sonnhalter’de PR uzmanı olan Rosemarie Ascherl, medya ile ilişkilerde başarılı olmanın 6 tüyosunu sizlere anlatırken,  ben de Türkiye’de olayların nasıl geliştiğini yorumlamaya çalışacağım.

Ascherl, bu ilişkinin güçlü bir şekilde yürümesi için, her iki tarafın da bir diğerinin nasıl çalıştığını anlaması gerektiğini belirtiyor ve medyaya konuşanlara şu altı tüyoyu veriyor.

1 – Hazırlanın:
Medyaya konuşurken hazırlık yapmak çok önemli… Randevu ile belirlenmiş bir röportajdan önce, gazetecinin sorması muhtemel sorular için zaman ayrılmalı. Röportaj yapan medya kuruluşu, gazeteci ve kitlesiyle ilgili bir şeyler öğrenilmeli. Bunu yapmanız halinde, yanıtlarınızı daha uygun hale getirmek için küçük değişiklikler yapabilirsiniz.

Türkiye’de işler nasıl yürüyor?
Önce iğneyi medyaya batırmak gerek. Çünkü röportaj, ortaya teybi koyup soruları sıralamak değil. Röportaj, için de medya mensubu çok iyi çalışmalı, şirketle ilgili bilgi sahibi olmalı. Soruları açık ve net sormalı. Türkiye’de ne yazık ki, gerçek anlamda röportaj yapabilen gazeteci sayısı çok az. İşin öbür tarafına bakınca birçok şirket yöneticisi röportaja hazırlanma gereği hissetmiyor bile. Bunda çok da haksız değiller, karşılarındaki hazır olmayınca… Genellikle işler PR ajansı üzerinden yürüyor. Sorular, önceden gönderiliyor. PR ajansındaki metin yazarı yazıyor, yönetim onaylıyor… Ve herkes mutlu… Bire bir röportajlarda kerameti kendinden menkul belirsiz süreler var, 2 ay sonra, 3 ay 17 gün sonra gibi… Ancak bu röportajlar gerçekleştiğinde genellikle yöneticilerin konularına çok hakim olduğunu, detaylı rakamları rahatlıkla telaffuz ettiklerini söyleyebiliriz.

2. Konuşmadan önce düşünün:
Bir gazeteciyle konuşurken, kontrollü olduğunuzdan emin olmalı ve niyetinizi açıklıkla ifade etmelisiniz. Neyi başarmak istiyorsunuz? Ne söylemek istiyorsunuz? Ne söylemek istemiyorsunuz? Birincisi kayıt dışı beyan vermeyin. Eğer duymaya, görmeye, ya da yazıda okumaya hazır değilseniz, söylemeyin sadece. İkincisi, yanıt ağzınızdan çıkmadan önce soruyu yeterince düşündüğünüzden emin olun. Ağzınızdan çıkanın geri dönüşü yoktur. Yanıtlarınızı kontrol altında tutun. Gazeteci sizi, konuşmak istemediğiniz meselelerle ilgili zorluyorsa, ya bu konuda yorum yapmak istemediğinizi söyleyin, ya da soruyu tercih ettiğiniz kavramlarla kendinize göre yeniden tekrarlayın. Ne yaparsanız yapın, yalan söylemeyin. Gerçeği anlatın. Üçüncüsü, boş konuşmaktan sakının… Hedefinizi belirleyin ve ilerleyin. Gazeteciler konuları az ve öz tercih ederler, siz de aynı şekilde yanıt vermeye özen gösterin.

Türkiye’de işler nasıl yürüyor?
Ülkemizde, yöneticiler medya seçimlerinde öncelikli olarak TV’yi, sonra ulusal gazetelerin muhabirlerini tercih ediyorlar. Dünyanın birçok ülkesinde önemli yeri olan dergiler, ne yazık ki, yöneticiler ve PR ajansları tarafından sıranın en sonunda yer alıyor. Ancak, röportajlarla ilgili olarak, ülkemizdeki yöneticilerin, gazetecilere oranla çok daha başarılı olduğunu söyleyebilirim. Kaldı ki, birçok yöneticinin de görüşme sırasında teyp kullanması bu konuda ne kadar titiz olduklarının göstergesi…

3. Herkesin bildiği terimleri kullanın:
Şirket, ya da endüstri jargonunu kullanmaktan kaçının. Çünkü okurlar yazılanları anlamayabilirler, ya da onlara çok karışık gelebilir. Akıcı, berrak, az ve öz yorumlarla halkın anlayabileceği bir dil kullanırsanız daha iyi sonuç alırsınız.

Türkiye’de işler nasıl yürüyor?
Bu konuda karnemiz çok iyi… Birçok yönetici, kendini akıcı bir şekilde ifade edebilecek özelliğe sahip.

4. Gazeteciler, zaman sınırlı çalışır:
Editoryal fırsatlar, özellikle röportajlar, belirli bir zaman dilimi içinde beklenir. Birçok kez editör en son dakikada böyle bir taleple gelir. Sizin de zaman sınırını göz önünde bulundurarak hazır olmanız beklenir. Şayet sizden bir yanıt gelmezse, gazeteci bir sonraki seçeneği değerlendirecektir. Birçok kere de bu seçenekler, rakipleriniz olacaktır. Kimse bu değerli ve yüksek kredibilite getiren fırsatı kaçırmak istemez. Bu nedenle editörlerin zaman sınırlamasına saygı göstermek bir gerekliliktir.

Türkiye’de işler nasıl yürüyor?
Bu tüyoyu okurken gülmedim desem yalan olur. PR uzmanı Rosemarie Archerl, herhalde Türkiye’de hiç bulunmamış. Ne yazık ki, ülkemizde sizin zaman sınırlamanız kimsenin umurunda değildir. Baskıya yetişecekmişsiniz, kimse bunu önemsemez. Bilakis siz yöneticilerin ajandasına bağlısınızdır. Bu tüyoya Türkiye’de kulak verecek yönetici var mıdır bilemiyorum…

5. Mesajınız nedir:
Bir gazeteciyle konuşurken, anahtar noktalara değindiğinizden emin olun. Yalnızca soruya yanıt vermekle kalmayın, sorular ve anahtar noktalar arasında bir köprü kurarak gazetecinin öğrenmek istediklerini anlatın. Bu size yeni fırsatlar getirebilir. Gazeteci, o konuyla ilgili çalışmalarında ileride size tekrar dönebilir, fikrinizi almak isteyebilir.

Türkiye’de işler nasıl yürüyor?
Bu konuda da yöneticilerimizin karnesi iyi diyebiliriz.

6. Öz olsun ama:
Her zaman size sorulanın yanıtını verdiğinizden emin olun. Şayet bir gazeteciye ekstra bilgi vereceğinizi söylerseniz, mutlaka bu sözü yerine getirin. Birkaç basit ekstra bilgi size çok değerli medya coverage’ı olarak dönebilir, siz ve gazetecinin arasında oluşan güvenle gelecekte de yeni editoryal fırsatlar çıkabilir.

Türkiye’de işler nasıl yürüyor?
Yöneticiler, karşılıklı röportajlar esnasında içten ve rahatlar. Ekstra bilgi konusunda da çok istekliler. Genellikle röportajlar, uzun sürecek güvene dayalı dostlukların kurulmasına neden oluyor.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Tamburamın teli - Bir Ramazan hikayesi


Aziz Nesin adıyla ilk karşılaştığımda 70’li yıllardaydık. İlkokula gidiyordum, yaz tatiline giriyorduk. Tatilde okumam için bir kitap önerdiler, “Şimdiki Çocuklar Harika” adında… O kitabı okuduktan sonra, kütüphanemde üzerinde Aziz Nesin yazan kitapların sayısı her geçen gün biraz daha arttı. O kitapları hala duruyor, zaman zaman karıştırıyorum.

Hikâyelerinin altında yatan siyasi mesajları, hicivleri anlamaya, Aziz Nesin’in kim olduğunu tanımaya başladığımda lise yıllarıma gelmiştim. Ama ne siyasi düşünceleri, ne de neye inanıp neye inanmadığı beni hiç ilgilendirmedi. Kitaplarının arkasında yer alan fotoğraflardan Çatalca’daki çocuk yurdunun inşaatının gelişmesini bile dikkatle izliyordum. Bir gün o yurtta Aziz Nesin’le karşı karşıya da geldim. O da başka bir hikâye elbette… Mezarının üzerinde çocukların oynamasıydı vasiyeti. Bildiğim kadarıyla Çatalca’daki vakıfta, çocukların oyun alanının altına defnedildi. Ruhu şad olsun…

Onun hikâyeleri arasında öyle bir tanesi var ki, yeri özeldir bende… Hayatta kısmet, talih gibi kavramların insanların bazılarına gülerken, bazılarına nasıl sırtını döndüğünü öyle ustalıkla anlatır ki, bir gözünüz gülerken, öbüründen gözyaşı damlar… Sözü uzatmaya gerek yok. İşte Aziz Nesin Usta’nın kaleminden “Tamburamın Teli”…


Tamburamın teli

Bir zamanlar İstanbul'da parası pulu fakirlerin çenesini yoran, malı mülkü dillere destan bir Zengin Ahmet Bey varmış. Bu Zengin Ahmet Bey, başka zenginlere benzemezmiş. Eli açık, gönlü gani, konuksever, düşkünlere yardım eder bir adammış. Ama ne kadar verse, o kadar gelirmiş biyandan. Denizde kum, Zengin Ahmet Bey'de para... Bitecek, tükenecek şey değil. Boğaz'da bikaç yalı, Anadolu yakasında köşkler, şehir içinde konaklar, uzakta yakında çiftlikler... Zengin Ahmet Bey'e Tanrı verdikçe veriyor.

Bir ramazan akşamı Ahmet Bey, arkasında kahyası Şehzadebaşı'ndaki konağına ağır ağır giderken, sinek kovalar gibi, her yandan kendine verilen selamları alır, tanıdık tanımadık kimi görse konağına iftara çağırırmış.
Sebilin yanındaki bir çergide eskicilik yapan Yoksul Mehmet Ağa'nın yanına gelince ona da selam vermiş, hatır sormuş, ihtiyar eskici de Zengin Ahmet Bey'in her sözüne,
- Allah ömürler versin efendim!.. diye karşılık vermiş.
- İşin daha çok mu Mehmet Ağa?
- Elimde bir şu yama var, bitiyor efendim.
- Haydi bitir de birlikte bir iftar edelim

Yoksul Mehmet Ağa, çergisinin önünde bekleyen bir hamalın yemenisini yamayıncaya kadar, Zengin Ahmet Bey de orada durmuş, onu beklemiş. Sonra Yoksul Mehmet Ağa, işini bitirince çergisini kapamış, hep birlikte yola düzülmüşler. Konak, iftara gelenlerle dolu. Selamlığın her odasında bir sofra kurulu... Kadın takımı da haremde bakır siniler etrafında toplanmışlar. İftar topunun atılmasını bekliyorlar. Top patlamış, iftar edilmiş, yenmiş içilmiş. Neden sonra Zengin Ahmet Bey, üç defa elini çırpmış, sese gelen kahyasına,
- Kahya, Mehmet Ağa'ya iki gümüş lira ver!.. demiş.
- Başüstüne efendim.

Zengin evlerine iftara gelenlere bir de diş kirası vermek, o zaman adet olduğundan, Yoksul Mehmet Ağa konak kapısından çıkarken kahya da Mehmet Ağa'nın avcuna bir gümüş lira bırakmış. Yoksul Mehmet Ağa şaşırmış,
- Aman kahya efendi, demiş, kulaklarım çok iyi duyar. Bey, bir lira değil, yanılmıyorsam iki lira ver, demişti.
Buna çok kızan kahya, Yoksul Mehmet Ağa'ya verdiği gümüş lirayı da elinden alıp,
- Vay seni gidi haddini bilmez. Bulmuş da bir de bunuyor!.. diyerek ihtiyarı sille tokat kapı dışarı etmiş. Yoksul Mehmet Ağa da talihine boyun eğerek kulübesine gitmiş.

Ertesi akşam, yine iftara yakın bir saatte Zengin Ahmet Bey, arkasında kahyası, etrafta kendine verilen selamlan sinek kovalar gibi alarak konağına giderken, Yoksul Mehmet Ağa'nın çergisine gelince durmuş,
- Haydi Mehmet Ağa, iftara bize buyur. Allah ne verdiyse bir iftar edelim.
Yoksul Mehmet Ağa, bir akşam önce kahyadan yediği zılgıtın korkusuyla çağrıya gitmek istememişse de Zengin Ahmet Bey,
- Dün akşam konuşup görüşemedik, ille de gel!.. diye direnmiş. Yoksul Mehmet Ağa da, Ahmet Bey'in arkasına takılmış.

Yine yenilmiş içilmiş. Saatler ilerlemiş. Yoksul Mehmet Ağa gitmek için izin isteyip ayağa kalkınca Zengin Ahmet Bey üç defa ellerini birbirine vurmuş. Gelen kahyasına,
- Kahya, Mehmet Ağa'ya üç gümüş lira ver! demiş. Yoksul Mehmet Ağa kapıdan çıkarken, kahya avucuna üç değil, iki lira sıkıştırmış. Zavallı Yoksul Mehmet Ağa boynunu bükerek,
- Kahya hazretleri, demiş, dün akşam belki bir yanlışlık oldu, ben yanlış duydum diyerek, bu gece iyice kulağımı açtım. Ahmet Bey'in üç lira ver dediğini çok iyi duydum. Neden Beyin emrini yerine getirmiyorsunuz? Sizin gibi gün görmüş bir kahyaya benim gibi bir yoksulun hakkını yemek yakışır mı?
Küplere binen kahya,
- Hele şu nankör zibidiye bak! Vay teres vay!.. Bulmuş da bunuyor... diyerek Yoksul Mehmet Ağa'nın elindeki iki lirayı da alıp, tekme tokat kapı dışarı etmiş.
Talihine küsen Yoksul Mehmet Ağa da kulübesine gitmiş.

Ertesi akşam yine aynı şey olmuş. Zengin Ahmet Bey, Yoksul Mehmet Ağa'nın çergisine gelip, onu iftara çağırmış. Yoksul Mehmet Ağa, kahyadan korkusundan gitmek istememiş ama, Ahmet Bey, o kadar rica etmiş ki, bu iyi yürekli zenginin hatırını kıramamış. İftardan sonra Bey, yine el çırpıp kahyasını çağırmış. Bu sefer,
- Dört lira ver!.. demiş.
Kahya yine eksik vermiş. Yoksul Mehmet Ağa'nın bir gümüş lirasını iç etmiş, Yoksul Mehmet Ağa, kahyaya:
- Aman Ağa hazretleri... demiş. Bu akşam kulaklarımı dört açtım. Ahmet Bey dört gümüş dediler.
Kahya yine verdiği üç gümüşü elinden alıp onu sokağa atmış.

Dördüncü akşam, yine Zengin Ahmet Bey, onu iftara çağırınca, bu sefer kahyayı şikayet için, hemen Zengin Ahmet Bey'in arkasına takılmış.
İftarda her zamanki gibi yenilmiş içilmiş. Yoksul Mehmet Ağa artık gitmek için müsaade isteyince, bu sefer Zengin Ahmet Bey el çırpıp kahyasını çağırmamış. Bir elini Yoksul Mehmet Ağa'nın omuzuna atarak, onu kimse olmayan bir odaya çekmiş.
- Mehmet Ağa, demiş, seninle biraz başbaşa konuşalım.
- Buyrun efendim.
- Görüyorsun ki Mehmet Ağa, dünyalar kadar malım mülküm, sayısız param var. Değil yüz sene, beş yüz sene yesem, içsem, daha da beş bin kişiyi yedirsem içirsem param pulum bitecek, tükenecek gibi değil... Her ne işe elimi atsam başarı kazanıyorum. Toprağı tutsam altın oluyor. Doğrusu talihim bana çok güldü. Şimdi senden bir dileğim var.
- Buyrun efendim.
- Sen dini bütün, yüreği temiz bir adam olduğundan bu işi yalnız sana verebilirim. Topkapı surlarının dışına çık. Kabristanın arkasında bir kuyu vardır. O kuyu talih kuyusudur. O kuyunun ağzından içeriye üç defa, "Zengin Ahmet Bey'in talihi!.." diye bağır. Karşına benim talihim çıkacak. Kendisine selamlarımı söyle. Bana verdiği bunca zenginlikten ötürü kendisine teşekkür ederim. Ama artık bişey istemiyorum. Bana hiçbişey vermesin. Bana vereceklerini fakir fukaraya versin. Biraz da başkaları rahata kavuşsunlar. Al şu altını da Mehmet Ağa Haydi git, dediklerimi yap!

Zengin Ahmet Bey'in verdiği altını cebine indiren Yoksul Mehmet Ağa,
- Başüstüne!... diyerek oradan çıkar. Doğru Zengin Ahmet Bey'in tarif ettiği talih kuyusuna gider. İki eli ağzına boru yapıp kuyudan içeri üç defa bağırır:
- Zengin Ahmet Bey'in talihi!.. Zengin Ahmet Bey'in talihi!.. Zengin...
Karşısında samur kürkler içinde parmakları yakut, zümrüt taşlı altın, platin yüzüklerle dolu, yakışıklı bir adam belirir,
- Buyur! der, Zengin Ahmet Bey'in talihiyim. Beni mi çağırdınız?
- Evet efendim. Beni Zengin Ahmet Bey yolladı. Selamları var. Diyor ki..
Zengin Ahmet Bey her ne dediyse, hepsini tekrarlamış. Daha lafını tamamlamadan Zengin Ahmet Bey'in talihi, elini kaldırıp:
- Olmaaaz! diye bağırmış. Katiyyen olmaz. Sen Zengin Ahmet Bey'e söyle, o hiç tasalanmasın, hiç üzülmesin. Benim ona verdiklerim daha hiçbişey değil. Asıl bundan sonra vereceğim. Elindeki her bir, bin olacak. Yan gelsin, çoluğu çocuğu ile, yesin, gezsin tozsun, eğlensin...
Bunları söyledikten sonra, Zengin Ahmet Bey'in talihi gözden kaybolmuş.
Yoksul Mehmet Ağa şaşırmış. Kendikendine,
- Bu ne iştir, diye söylenmiş... Bu nasıl iştir böyle? Benim gibi fakir fıkara üç kuruşu birarada görmek için gece gündüz çalışır da yine iki yakası biraraya gelmez. Öte yandan dünya kadar zengin biri, "Artık yeter, istemiyorum!" der, talihi, "Olmaaaz, ille de vereceğim!" diye tutturur.
Böyle düşüne düşüne Yoksul Mehmet Ağa,
- Hazır burasını öğrenmiş, talih kuyusunun başına gelmişken bir de kendi talihimi çağırayım! Talihime yalvarıp yakarayım, belki yüzüme güler... diye düşünmüş. Bu sefer kuyunun ağzından,
- Yoksul Mehmet Ağa'nın talihi!.. diye üç defa bağırarak kendi talihini çağırır.
Kuyunun dibinden "Dım dım da dım, dım dım da dım dım... Vermem de vermem... Vermem de vermem!" diye bir ses duyulur. Derken Yoksul Mehmet Ağa'nın karşısına elinde bir tambura ile bir adam çıkar. Adam ama ne adam... İki karış boyu var, sırtında kocaman bir kambur. Bir ayağı da topal, bir gözü kör, bir kolu çolak, biçimsiz, suratsız, ters pis bir herif... Elinde tuttuğu tamburayı hem çalar, hem de Yoksul Mehmet Ağa'nın etrafında seke seke fırfır dönmeye başlar:
- Dım dım da dım... Vermem de vermem... Dım dım da dım dım... Ne o, beni mi istedin?
- Ben Yoksul Mehmet Ağa'yım. Sen kimsin?
- Ben de senin kör talihinim. Çağırdın geldik işte... Dım dım da dım... Vermem de vermem...
Yoksul Mehmet Ağa, talihine yalvarmaya başlar:
- Ey benim kör talihim! Ey benim topal talihim! Bak halimi görüyorsun. Yaşım yetmiş, işim bitmiş. Ak sakaldan yok sakala gidiyorum. Bütün ömrümce, gece demedim, gündüz demedim, hiç durmadan çalıştım. Ama neye yarar? Bigün bile gülmedim. İki yakam biraraya gelmedi. Ey benim kamburunu sevdiğim hem kör, hem kel, hem topal talihim! Yalvarırım sana... Şurada üç günlük ömrüm kaldı. Ne olur gül bana artık. Gül de dünyadaki şu üç günlük konukluğumu olsun rahat geçireyim.
Yoksul Mehmet Ağa'nın talihi,
- Ulan alçak, der, eline bir altın geçti diye şımardın, yüz buldun ha? Öyle mi? Dım dım da dım dım... Dım dım da dım dım... Vermem de vermem... Ben sana o altını da vermezdim ama, sen dua etki, o sırada tamburamın telini tamir ediyordum. Yoksa o bir altını sen ömründe zor görürdün... Anladın mı mendebur?
Yoksul Mehmet Ağa'nın talihi, etrafında tambura çalıp,
- Vermem de vermem!... diye şarkı söyleye söyleye kaybolur.
Yoksul Mehmet Aga, biraz daha yalvarıp, kör talihinin taş kalbini belki yumuşatırım diye, onun arkasından kuyuya eğilir... Cuuup! Kuşağının arasındaki altın da kuyuya düşer. Kuyunun dibinden bir kahkaha sesi akseder:
- Dım dım da dım dım... Vermem de vermem.

20 Temmuz 2010 Salı

In Vino Veritas*


İnsan ömründe öğrenme süreci bitmiyor… Ve öğrenilen her yeni şey hayatınızda yeni ufukların açılmasına neden oluyor. Dün gece de böyle bir gece yaşama fırsatımız oldu. Dünyanın en iyi 50 restoranından biri olarak tanımlanan Köşebaşı’nda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu mutfağının birbirinden leziz mezeleri, kebapları ve mangal ürünlerini tadarken, yine aynı yörenin toprağında yetişen üzümlerden yapılan şarapları yudumladık.

Detaylarından daha sonra söz edeceğim bu güzel toplantıda rehberimiz Kayra Şarap Akademisi Müdürü Cüneyt Uygur’du… Zaten kariyerini turizm sektöründe yapan Cüneyt Bey, bize yepyeni kapılar açtı. Bir şarabı nasıl değerlendireceğimizi anlattı. Aslında pek de aklımıza getirmediğimiz bir gerçeği düşündürttü bizlere... “Şarap da bir canlıdır… Ve doğada ilk kez karşı karşıya gelen iki canlı önce bakışır, sonra da koklaşır…” Bizler de Buzbağ koleksiyonunun ürünleriyle, hem bakıştık, hem de koklaştık… Detayı biz de kalsın, daha ileri gittiğimizi bile söyleyebilirim. Gecenin ilerleyen saatlerinde herkes Buzbağ’dan bir parça ve güzel anılarla döndü evlerine…

İlk öğrendiğimiz şey, fiyatı ne olursa olsun bir şarabın “iyi” olarak nitelendirilebileceğiydi. Yani fiyatında “tevazu” gösteren şaraplara, gereken saygıyı göstermek gerekirdi. Şarap ne ayyaş, berduş, ne de çok üst düzey kişilerin tekelinde olan bir içki değildi. Özellikle Avrupa kültüründe toplumun en altından, en üstüne kadar birçok sofrada yer alan, yemeğin lezzetiyle uyum sağlayarak size ağzınızın içinde festivaller yaşatan bir katalizördü…

Dedim ya, öyle bir geceydi ki, tek bir yazıyla ifade etmek son derece güç… Hele evin yolunu saat 01:30’da bulmuşken, bunları da yazmam bir mucize… Yazılar devam edecek, sizlerle şarabın nasıl değerlendirildiğini öğrendiğim kadarıyla paylaşacağım…

*Gerçek, şarapta gizlidir anlamına gelen Latince söz. Şarabın dili çözdüğünü ve insanların şarabın etkisi altında doğru söylediklerini anlatmak için kullanılır. Buraya yazdığım doğrularda şarabın ne kadar etkisi olduğunu bilmiyorum. Ama doğru bir dünya için şarap içmek gerekiyorsa, herkes şarap içsin diyorum…

18 Temmuz 2010 Pazar

Jim’e göre(*) iPad ve Sosyal Ağlar


Belki bin kere bıkmadan izlediğim filmlerden biridir “K9”… James Belushi’nin 65 model Mustang’inin ön koltuğunda oturan Jerry adlı Alman kurt köpeğinin görüntüsü zihnimde o kadar berrak duruyor ki, hani neredeyse HD kalitesinde… Hele limuzinde kanişle yaşadığı aşktan sonra James Brown’ın “I Feel Good”u eşliğinde yaşadığı o keyif dolu sahneyi unutmak ne mümkün… Her seferinde hiç tutamam kendimi, katıla katıla gülerim.

James Belushi, Hollywood’un son 20 yılına damgasını vurmuş önemli komedi yıldızlarından biri şüphesiz… Son dönemde “According to Jim” (Jim’e göre) adlı dizide izliyorduk onu. Ancak 182 bölüm ve dokuz yıldan sonra yeni maceralara yelken açtı. Önce bir Roman Polanski filmi olan “Ghost Writer”da biraz da geride kalan ama güçlü bir rolde izledik onu. Saçlarını kazıtmıştı… Bugünlerde evliliğinde sorunları olan alkol bağımlısı bir avukatı canlandırdığı “The Defenders” adlı dizi ile gündemde…

Peki, bayram değil, seyran değil niye kendisinden söz ediyorum ki? Şöyle söyleyeyim, geçtiğimiz günlerde James Belushi ile tanışma şerefine nail oldum. Kendisi Arnavutluk’ta faaliyet gösteren yüzde 80 Çalık, yüzde 20 Türk Telekom ortaklığı olan Eagle Telekom’un reklamlarında oynuyor ve şirket, bu kampanyaya bağlı olarak kendisini İstanbul’da konuk ediyordu.

Güzide basınımızın yönelttiği “Bu reklam kampanyası kaça mal oldu?” gibi sıradan ve klişe sorulardan sonra, James’e birkaç soru sorma fırsatı buldum. Öncelikle “According to Jim”in yerli versiyonunu izleyip izlemediğini, daha sonra da cep telefonunu, iletişim teknolojilerini nasıl kullandığını sordum. Diziyi henüz izlemediğini, kendisine haber vermelerini beklediğini söyledi. Oysa dizi önceki akşam oynamıştı, kaçırdığını söyleyince gülüştük, “Eh artık sen de tekrar gösterimleri izlersin” deyince, “Kaydetsinler, Amerika’ya giderken izlerim artık” dedi. Cep telefonu konusuna gelince derin bir iç geçirdi ve şunları söyledi: “Tam anlamıyla bir bağımlıyım. Telefon kadar mesajlar da çok önemli benim için… Şu anda karımın bana aldığı bir iPad var, en gözde cihazım o… Hatta geçenlerde iPad’im yüzünden, havaalanı güvenliğini bile ayağa kaldırdım. Sürekli iletişimde olmam gerekiyor, tutkunuyum…” Hemen yapıştırdım, “Peki Twitter hesabın var mı?”… Kafasını kaşıdı ve yanıtladı: “Aslında halkla ilişkiler yöneticim çok istiyor, bana yararı olacağını düşünüyor. Ama bana göre değil yaaa…”

Oysa James’in aksine birçok Hollywood ünlüsü Twitter sayesinde doğrudan hayranlarına ulaşıyor. Örneğin yine bir komedi yıldızı olan Danny DeVito’yu uzun zamandır izliyorum. Hemen her yerde çıplak ayağının fotoğrafını çekerek Twitter’a gönderiyor, yeni bir stil yarattı… Ve Arnold Schwarzenegger, DeVito ile “Twins” (İkizler) filminde oynayan bugün Kaliforniya Valisi olan Schwarzenegger de Twitter aracılığıyla icraatlerini seçmenleri ve hayranlarıyla paylaşıyor. Türkiye’den de birçok örnek var. En başta da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül geliyor. Kendisi “cbabdullahgul” kullanıcı ismiyle, 33 bin civarında kullanıcı tarafından izleniyor.
Kıssadan hisse… James Belushi, 56 yaşında olmasına rağmen teknolojiyi yakından izliyor ve son dönemin en trendy cihazı iPad ile çok mutlu. Ama sosyal ağlar konusunda temkinli… Onu yönetenlerin ısrarına rağmen, bu konuda herhangi bir adım atmıyor. Oysa Twitter’da Yerebatan Sarayı’nda gezerken, Medusa başlı sütuna bakıp da 7 yaşındaki oğluna, o yılan saçlı kadının mitolojide insanları bir bakışıyla nasıl da taşa çevirdiğini anlattığını tüm hayranlarıyla birlikte paylaşabilirdi…

(*) Belushi, "According to Jim" (Jim'e göre) adlı dizide tam dokuz yıl rol aldı.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Dostlarını satanların yeri...

Paulo COELHO'nun, Şeytan ve Genç Kadın adlı romanından hoş bir bölüm;


..."Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış, ter içinde kalmışlar, susamışlar.

Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir
meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş.

Yolcu, kapıdaki bekçiye dönmüş.

'İyi günler.'

'İyi günler,' diye yanıt vermiş bekçi.

'Burası harika bir yer, adı ne?'

'Burası cennet.'

'Ne iyi, cennete gelmişsiz, çünkü çok susadık.'

'İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz' , demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş.

'Atımla köpeğim de susadılar.'

'Kusura bakmayın,' demiş bekçi.

'Buraya hayvanlar giremez.'

Yolcu çok üzülmüsş, çok susamışmış, ama suyu tek başına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip
yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra, eski görünümlü küçük bir kapıya varmışlar,
kapı iki yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş. Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi
yatan bir adam varmış.

'İyi günler,' demiş yolcu,

Adam başını sallamış.

'Atım, köpeğim ve ben çok susadık.'

'Şurada taşların arasında bir pınar var,' diyen adam eliyle orayı işaret etmiş. 'İstediğiniz kadar su içebilirsiniz.'

Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler.

Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.

'İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz, ' demiş bekçi.

'Buranın adi ne?' diye sormuş yolcu.

'Cennet.'

'Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.'

'Orası cennet değil cehennemdi.'

Yolcunun aklı karışmış 'Sizin adınızı kullanmalarına niye izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa neden olur!'

'Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor çünkü.

13 Temmuz 2010 Salı

HTC Tattoo... Bir küçücük Android’cik!..

Google’ın Android işletim sistemiyle birçok cep telefonu üreten HTC, Mayıs sonunda Vodafone aracılığıyla HTC Tattoo’yü Türkiye’ye getirdi. Daha önceki Hero modelinden daha farklı olan HTC Tattoo, küçük, dinamik ve kullanıcı dostu bir ürün.

ÜRÜNÜN ÖZELLİKLERİ:

BOYUTLARI : 106 X 55.2 X 14 mm.

AĞIRLIĞI : 113 gr.

CHIPSET : Qualcomm®MSM7225™, 528 MHz

EKRAN : 240 X 320 QVGA, 2.8” TFT Dokunmatik

KAMERA : 3.2 MP

FİYATI : 575-625 TL


EDİTÖRÜN YORUMU:


HTC Tattoo, gençlere hitap eden bir telefon… Öncelikle dış görünüşüyle… Değişik renkler ve arka kapak resimleri mevcut. Dilediğinizi rahatlıkla seçebiliyorsunuz. Siyah, kahverengi, mor ya da gümüş renkleri emrinize amade… Arka kapakta hemen altta Android’in o sevimli yüzü size gülüyor.

Ele, avuca sığmayan bir telefon gibi… Tabii bunda daha önce Hero ve HD2 kullanmış olmanın etkileri de var. Bu üç HTC arasında Hero, ele oturması ve boyut olarak ideal… Ama HD2’de de video izlemenin tadı başka türlü, bir de taşıma kolaylığı olsa…

Tattoo, ufak gibi görünse de ekranı hayli işlevsel… Ben bile dolma parmaklarımla ekran klavyesinde çok zorlanmadan yazı yazabildim. Android, kullanımı son derece kolay bir işletim sistemi. Dolayısıyla Tattoo’ye hemen o gün alışabilirsiniz.

Telefonun arayüzünü istediğiniz gibi ayarlayabilirsiniz. Ancak standardı da çok kullanışlı… Özellikle hava durumu animasyonları bir harika… Üstelik çok da güvenilir… Hava günlük güneşlikken, yağmur gösteriyordu. Herkes, cihazın bozuk olduğunu zannederken, öyle bir yağmur indirdi ki, artık herkes hava durumunu Tattoo’dan sorar oldu.

Android telefonlarda en çok sevdiğim şey, Google eşleşmesinin ful olması. E-postalarına bakabildiğin gibi, Kişiler hesabını da istediğin gibi kontrol edebiliyorsun. Bu da şu anlama geliyor. Telefona ne olursa olsun kişiler listenize bir şey olmuyor. Dolayısıyla “telefonu kaybettim, değiştirdim, artık sana ulaşamıyorum” diye bir bahane de kalmıyor.

Elbette Android’in birçok avantajı var. Ama Android Market açık olursa elbette… Ne yazık ki, Android uygulamalarının bedava, ya da bir bedel karşılığı ödendiği bu ortam Türkiye’yi kapsama alanı dışında bırakıyor. Oysa iPhone’u bugün bu noktaya getiren en önemli unsurun Apple Store olduğunu bilmek gerek.

ARTILARI :

· Bir Android telefon için hesaplı bir fiyata sahip. Vodafone kampanyasında uzun vadeli taksit avantajı da bulunuyor.

· Dokunmatik ekranlı telefonlar arasında en küçük ve taşıması kolay olanı.

· Google hesabı olanlar için senkronizasyon büyük avantaj.

· Facebook, Twitter gibi sosyal ağ fanatikleri için çok güzel uygulamalar.

EKSİLERİ :

· Pil ömrü beklenilenin altında gibi geldi bana.

· Telefon bir keresinde kendini reset’ledi. Tüm bilgileri tekrar girmek zorunda kaldım.

· Navigasyon tuşu olmamış, daha zarif yapılabilirdi.

15 Ocak 2010 Cuma

Tamam, golü Digiturk attı da… Pası kim verdi?

Geçtiğimiz günlerde Turkcell Süper Lig maçlarının naklen yayını için nefes kesen bir ihale yapıldı. Dokuz yıldır naklen yayın ihalesini kimselere kaptırmayan Digiturk’ün karşısında bu yıl Türk Telekom bulunuyordu. IPTV projesini gerçekleştirirken işleri hızlandırmak ve başarıyı garantilemek için bu önemli içeriğe sahip olmak isteyen Türk Telekom, ihalede pazarlığı kızıştırdı ve rakam 321 milyon dolara çıktı. Bu rakama yüzde 10 federasyon payı, yüzde 2 organizasyon payı ve yüzde 18 KDV eklenince Digiturk’ün bir yıl için ödeyeceği toplam rakam 424 milyon 233 bin dolara ulaşıyor. Dört yılda yaklaşık 1 milyar 700 milyon dolar gibi bir rakamdan söz ediyoruz ki, hatırlarsınız Turkcell, GSM işletme lisansı için 25 yıllığına 500 milyon dolar ödemişti.

İhalenin geçmiş yıllarına baktığımızda yıllık rakamların 118-125milyon dolar gibi rakamlardan nasıl olup da 321 milyon dolara ulaştığını iyi tahlil etmek gerekiyor. Krizin dünyayı kasıp kavurduğu şu günlerde dolar bazında yüzde 120’den fazla bir büyümeden söz ediyoruz. Dolayısıyla düz mantık yürüterek, Digiturk’ün 700 bin civarında olduğu söylenen abone sayısını da 1,5 milyona yükseltmesi önemli bir zorunluluk gibi görünüyor. Şu aşamada bu ihalenin Digiturk’e ve Türk futboluna hayırlı olmasını dilemekten gerek, hepsi bu…

Galiptir bu yolda mağlup derler ya, Türk Telekom da bu ihaleyi kazanamadı ama bu rakamın 321 milyon dolara ulaşmasını sağlayarak Türk futboluna büyük bir katkıda bulundu. Hadi jargonuna uyalım, futbol diliyle söyleyelim, golü Digiturk attı ama “al da at” türünden gol pasını Türk Telekom vermiş oldu. İşte bu pas sayesinde Türk takımlarının kasasına önemli miktarda para girecek. İnşallah doğru dürüst harcarlar, çarçur etmezler…

5 Ocak 2010 Salı

"Ezel"i senaryo takıntıları...

Osman Sınav’ın “Deli Yürek” adlı mafya dizisiyle piyasaya adım atan ve Türk televizyonlarında yeni bir çığır açan Kenan İmirzalıoğlu, son günlerde “Ezel” adlı diziyle ortalığı kasıp kavuruyor. Hikâye, “intikam”ın soğuk yenmesi gerektiğini anlatan, bu intikamdan izleyicinin de kendine keyifli bir pay çıkartmasını sağlayan tipik bir Monte Kristo uyarlaması. Sezarın hakkı sezara, iyi de bir iş, Ay Yapım’ı kutlamak gerek. Ama geçen gün izlediğim bölümde senaristler öyle bir uçmuşlar ki, tarifi mümkün değil…

Ezel, Ramiz Dayı’dan Ali’nin infazını ertelemesini istiyor. Yanında deşifre olmuş Tevfik’le kaçan Ali, Bulgaristan’a yola çıkmak üzere trene biniyor. Bu arada bütün parasını da kaçarken Sirkeci’nin göbeğinde bıraktığı Hummer’ında unutuyor. İstasyondaki çember “bir şekilde” kırılıyor ve Ali trene biniyor, ardından güç bela da olsa Tevfik de treni yakalıyor.

Kompartımanda Bulgaristan hayalleri kurulurken telefon çalıyor ve en sevinçli anında Tevfik’e güvenen Ali, Tevfik’in aslında tetikçisi olduğunu anlıyor (İhanet no.2). Sonra Tevfik, yapamayacağını söyleyerek silahı Ali’ye vererek kendini vurmasını istiyor. Ali, Tevfik’e sarılıyor ve Bulgaristan’a gitmek yerine İstanbul’da kalmak ve Dayı’nın üstüne gitmeye karar veriyor. İşte şu kadarcık sahnede aklıma bir sürü soru geldi.

1 – Ali, Bulgaristan’a trenle gitmek konusunda niye bu kadar ısrarcı? Altında Hummer’ı var. Şuradan Bulgaristan arabayla 2 saat. Üstelik peşindekileri atlatma şansı da var. Bu tren istasyonu muhabbeti acayip zorlama geldi bana sizi bilmem ama…

2 – Tevfik, silahı Ali’ye doğrultup da sıkamayınca, “Kusura bakma abi yapamayacağım!” diyor. Kafasına silah dayalı olan Ali de “Ne kusuruna bakacağım oğlum” diye yanıtlıyor. Bu diyalog beni koparttı.

3 – Her şeyden işkillenen Ali, nedense Tevfik’İn bu ikinci ihanetini de görmezden geliyor. Aslında o karakterdeki Ali’nin yapması gereken silahı alıp Tevfik’in kafasına sıkmaktır. Senaristler, çok iyimser duygularla hareket etmişler gibi.

4 – Tamam Tevfik emri yerine getirmedi. Ali, yine kurtuldum zannetti, her şey Ezel’in oyunuydu. Amma, Ali nasıl oluyor da Bulgaristan hayallerinden vazgeçiyor. Ya Bulgaristan’a gitselerdi, Tevfik ne yapacaktı? Ali’nin İstanbul’da kalacağını Ezel nasıl tahmin ediyor? Müneccim mi bu herif?

5 – Emri yerine getiren Tevfik, üsse dönerken, vs. ne zaman Ramiz Dayı’yı görse Dayı adama üçüncü sınıf zenci muamelesi yapıyor. Adam emirleri yerine getirmekten başka ne yapıyor ki? Ramiz Dayı, biraz ayıp etmiyor mu?

Hadi gelin çıkın, işin içinden…