16 Haziran 2007 Cumartesi

Brüksel'den sevgilerle

Yazı yazanların en büyük düşmanı tembelliktir... Tembellik de bünyede ziyadesiyle bulunduğundan neredeyse bir aydır buraları boşlamışız. Bu bir ay zarfında neler oldu neler? Öncelikle Belçika seyahatinden söz etmek gerek. Doğrusu öncesi ve sonrası ile adeta her anı bir macera olan bir yolculuktu bu...

Hemen bizim evin yakınlarında ve yıllardır önünden geçtiğim Belçika Konsolosluğu'nun kapısında bu kadar zaman geçireceğimi birileri söylese inanmazdım. Nedendir bilinmez ama "vize" konusunda bugüne kadar hemen hemen hiç sorun yaşamayan biriyim. Bunda daha önce yaptığım seyahatlerin de etkisi var elbette. Ancak ilk kez Amerika ve İngiltere vizesi alırken her şey o kadar yolunda gitmişti ki... Ben de hep öyle olacak sanıyordum...

Neyse, uzatmayayım, Belçika vizesini aldıktan sonra Brüksel'e uçtuk. Yanımda ilk kez yurtdışına çıkan Ercü de vardı. Toplantılar yüzünden Brüksel'i şöyle doya doya gezemedik ama sağolsun bizi ağırlayanlar, Atomium adındaki abidenin içindeki lokantaya götürdüler. Buradan tüm Brüksel ayağınızın altında. Hemen yanında Avrupa Kupası finallerinde 45 kişiye mezar olan Heysel Stadı bulunuyor. Bu elim olaydan sonra Belçikalılar stadın adını bile değiştirmişler...

İşte otelle, toplantı için gittiğimiz iş merkezi arasındaki köprü... Otelden iş merkezine gitmek yürüyerek üç dakikadan az tutuyordu. Arka planda görünen binalar, Brüksel'deki büyük IT şirketlerinin bulundukları binalar... Tabii biz de o çok büyük şirketlerden birinin davetlisiydik :)

11 Mayıs 2007 Cuma

Çek birbuçuk internet kebabı, yoğurtlu olsun...

Mazhar Ağabey'i (Alanson) pek severim. Özellikle Hey Dergisi döneminde MFÖ ile çok yakındık. Hemen hepsi birbirinden ayrı karakterlerdir. Grubun son üyesi "Kınalı Kuzu" Özkan ise bambaşka bir alemdir. Her neyse... Bilmiyorum rastladınız mı televizyonda. Türkiye'de genişbant internetin yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla Lübnanlı Türk Telekom'umuz bir reklam kampanyası düzenlemiş. Mazhar Alanson'un üzerinde repliğinin yazılı olduğu bir tişört, Biricik Suden'in mutfak tezgahının başında kedi gibi dolanıyor. Bu arada Biricik Suden, gerçek hayatta nasıldır bilmiyorum ama "buuuzzz" gibi bir kadın. Ne kadınsı bir sıcaklık, ne işve, ne cilve... Bu arada Mazhar Alanson'un kereviz yemediğini öğreniyoruz ne alakaysa... Sonra "anlayan beri gelsin" cinsinden bir "yahni-kebap" esprisi... Metin yazarını bulup uzun uzun konuşmak gerek... Yani Kayahan'ın, "Seninle herşeye varım" şarkısından galat "Sinbo" reklamı bile bunun yanında "Kristal Elma" adayı olur anlayın... Tabii bu meselenin yalnızca reklam tarafı... Teknik tarafına ise hiç girmemek gerek... Tamam, herkes genişbant internet üyesi olsun da, acaba halihazırda bulunan altyapı, şu andaki üyelere beklenen kalitede hizmet verebiliyor mu? Asıl sorulacak soru bu... Yoksa, çek oradan birbuçuk internet kebabı, hem de yoğurtlusundan...

1 Mayıs 2007 Salı

1 Mayıs... Sarper Özsan ve ben...

80'li yılların başları... Yarım kalan demokrasiye geçtik geçeceğiz... Turgut Sunalp, Necdet Calp ve Turgut Özal adında siyaset sahnesinde tanımadığımız üç adam açıkoturumlarda bir araya geliyor ve tartışıyorlar. Sunalp, eski bir asker ve darbenin başındaki Kenan Evren'in iktidar için işaret ettiği partinin başkanı... Necdet Calp ise bürokrat kökenli bir devlet adamı. Kenan Evren'in izniyle sol tandanslı bir parti kurulmasına imkan verilmiş. Ancak daha açık oturumlar sırasında "Köprüyü sattırmam!" diye çıkışları ve gözündeki tikle dikkat çekerek şansını yitiriyor. O sıralar anayasaya ve dolayısıyla Kenan Evren'in de cumhurbaşkanlığına yüzde 92 gibi bir oy oranıyla"Evet" diyen halkın Sunalp konusunda da aynı tavır içinde olacağı sanılıyor ama kazın ayağı öyle değil... Özal ve ANAP Türkiye'yi "çağ atlatmak" için iktidara geliyor...

Neyse hikayemiz bu değil... Sadece dönemi anlatmak istedim. İşte tam o dönemde Türkiye'nin müziğine, kültürüne, gençliğine ayrı bir yön veren Hey dergisinde muhabir olarak çalışmaya başladım. Doğan Şener Ağabey babamla birlikte gazetecilik yapmış ve ben Marmara Üniversite Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü'nde 2. sınıfta okuyorum.

Velhasıl kelam... Hulusi Ağabey (Tunca) -geçenlerde bir rahatsızlık geçirmiş, acil şifalar dilerim- beni Sarper Özsan diye birine röportaja yolladı. Tabii hepimiz, Barış Manço, MFÖ, Ajda Pekkan, vs. gibi daha popüler kişilerin haberini yapmak istiyoruz.

Hiç unutmuyorum, Taksim'de La Martine caddesinin orada eski ama son derece şık bir ev, yüksek tavanlı... Sarper Özsan, sakin son derece mütevazı, pozitif elektrik saçan bir adam... İnanın evde duvar saatinin tik taklarını duyuyorsunuz konuşurken... Yanlış hatırlamıyorsam yaptığı bir beste, bir festivalde birinci olmuş. Gitar için yazılmış bir besteydi... Ama ben çıtır ve salak muhabir doğrudürüst bir background araştırması yapmadığım için -taze gazeteciler size ders olsun bu başıma gelen- abidik gubidik sorular soruyorum. Vallahi şimdi bile yüzüm kızarıyor. Neyse röportajı yaptım geldim. Galiba gitar çalmadığı halde, gitar için yaptığı besteyle birinci oldu filan nevinden bir şeyler yazdım. Yanlış da hatırlayabilirim.

Aradan yıllar geçti... Ve ben bir gün Cem Karaca, "1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı" diye müzik setimin bas sınırlarını zorlarken Sarper Özsan'ın bu marşın bestecisi olduğunu, başına türlü türlü haller geldiğini öğrendim. Sarper Özsan, bugün Mimar Sinan Üniversitesi'nde konservatuarda hocalık yapıyormuş. Buradan selam olsun...

İnsanlar niye bu kadar kötü?

Şakayla karışık 40'ını aşalı bir hayli oldu. Eskiden Türk filmlerini filan izlerken, kötü adamların oynadıkları rolü görünce, "Ulen amma da abartmışlar. Yani bu kadar mı kötü olur bir insan?" diye düşünmeden edemezdim. Gerçekten de insanların neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak kötü olduklarına inanırdım. Fakat hayat, insanı öyle garip şeylerle karşılaştırıyor ki... Evet arkadaşlar, aramızda bazı insanlar yalnızca kötü olmak adına kötülük yapıyorlar. Belki de kendilerini yalnızca bu biçimde ifade ediyorlar. Kötü deyince gözünüzde siyah beyaz filmlerin Ahmet Tarık Tekçe'sini, Erol Taş'ını, ya da 80'lerin Nuri Alço'sunu canlandırmaya çalışmayın boşuna... Onlar en azından "delikanlı" kötüler... "Biz kötüyüz, mal da ortada" diyorlar. Oysa günümüzün kötüleri en masum, en melek görünümleriyle aramızda dolaşıyorlar. Bazen en iyi arkadaşım dediğiniz insanlar, bazen aileniz, bazen de en çok sevdiğiniz insan... İnsanlar niye bu kadar kötü tanrım?..

23 Nisan 2007 Pazartesi

Kadınlar... Zeki varlıklar...

Bilmem hiç dikkatinizi çekti mi? Reklamlarda çıkıyor bazen... Arkada davudi bir ses ardarda sıralıyor: "Pro Retinollü Loreal Revitalift! Nanazom adı verilen mikrokapsüller sayesinde kırışıkların kalbine ulaşan..." ya da, "Dermolastyl, ParElastyl ve Vitamin CG'den goluşan bu molekül edidermis..." Anlayan beri gelsin... Alt tarafı kırışık önleyici bir kremden söz ediliyor. Ama anlamak için cildiye uzmanı olmak gerek. İşte bu reklam bile kadınların ne kadar zeki varlıklar olduğunun en önemli kanıtı bence...

Jose Mourinho American Express reklamında

Bugün dünyanın en pahalı takımlarından biri olan, Rus milyarder Abramoviç'in sahip olduğu Chelsea'nin teknik direktörü Jose Mourinho'nun bugünkü kariyerine tesadüfen geldiğini biliyor muydunuz? Futbol dünyasının en genç teknik direktörlerinden biri olan Mourinho, aslında beden öğretmenidir. Sporting Lisbon'da Bobby Robson'ın tercümanlığını yaparken, Robson'ın Barcelona'ya giderken Mourinho'yu da yanında götürür. Bir süre burada Barcelona'nın B takımını çalıştıran Mourinho, daha sonra Portekiz milli takımının başına geçer. 2003'te, yani daha 40 yaşındayken Porto'yla birlikte UEFA şampiyonluğu, ertesi yıl da Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna ulaşır. Söylentilere göre, Chelsea'ye transfer olurken Abramoviç kendisine boş bir çek yaprağı vermiş ve kendi isteğine göre doldurmasını istemiştir. Bu rakamın yıllık 10 milyon Euro'nun üzerinde olduğu konuşulmaktadır ki, bugün bu rakamı maaş olarak alan bir teknik adam söz konusu bile değildir. Mourinho'yu zirveye çıkartan en önemli unsur, başarılı sonuçların yanı sıra, basına verdiği açıklamalarda gizlidir. Barcelona'daki halefi Frank Rijkaard için "Benim futbol hayatımda koca bir 0 var. Ancak onun futbol hayatı mükemmeldi ve başarılarla doluydu. Benim teknik direktörlük kariyerimde kupalar varken, Rijkaard'da ise kocaman bir 0 var." demiştir.

Mourinho'yu son günlerde American Express reklamlarında izliyorsunuzdur. Her şeyi önceden sezen ve buna göre önlemini alan bir adam konsepti kullanılmış. Daha yağmur başlamadan şemsiye açılıyor, ekmekler makineden fırlar fırlamaz yakalanıyor vs... Yalnız bir sahne var ki, ben bu sahneye taktım arkadaş... Hani koridorda aceleyle hareket ederken, birisi elinde kahve ile üzerine çıkıyor ya.. Mourinho da kahve lekeli gömleğini gidip dolaptan değiştiriyor hani... İyi de adama sormazlar mı? Madem herşeyi önceden seziyorsun, neden elinde kahve olan adamın sana çarpmasına izin veriyorsun ki, at bir vücut çalımı, gömleğin de lekelenmesin... Değil mi yani..

Taktım ben bu reklama...

19 Nisan 2007 Perşembe

Ne kadar biliyoruz?

Türkiye'de futbol izleyen erkeklerin hemen hemen tamamı Mourinho'ya bile rahmet okutacak kadar futbol bilgisine sahiptirler... Maçları izlerken verdikleri direktifler, oyun taktikleri müthiştir, asla yanılmazlar ve her zaman doğru oyuncuyu seçmeyi bilirler. Hayır bu söylediklerimi harfiyen ben de yapıyorum, kimseyi kınadığım filan yok. Maçı izlerken bir futbolcunun üstüste hata yaptığını görünce avazım çıktığı kadar "değiştir şunu hoca" diye bağırıyorum, sanki sesimi duyacaklarmış gibi. Takım kadroları açıklandığında "Vay, şunu niye takıma almamışsın hoca" diye isyan ediyorum, sanki o oyuncunun fizik kondisyonundan haberdarmışım gibi... Bunu yapan yalnızca ben olmadığım için kendimi bir nebze olsun daha rahat hissediyorum. Bunun dışında, bu işten para kazananlar da var. Bir zamanlar futbol oynamış, hakemlik yapmış şahıslar, teknik direktörlükte dikiş tutturamamış eski futbolcular gazetelerde, tv'de yorumcu olarak istedikleri gibi sallıyorlar, biz de onları zevkle izliyoruz.

2007 Türkiye futbol sezonuna baktığımızda, Fenerlisi Zico'dan, GS'lisi Gerets'den ve BJK'lisi Tigana'dan şikayetçi... Kimse teknik direktöründen memnun değil... İyi de... Geçen gün oturdum ve düşündüm... Bakın ne gibi bir sonuca vardım.

Örnek olarak Zico'yu vereceğim ama Gerets de, Tigana da aynı durumda... Zico, Brezilya futbolunun Pele'den sonra yetiştirdiği en iyi futbolcu olarak biliniyor. Tamam, "iyi futbolcu" olmak iyi teknik direktör olmak anlamına gelmiyor. Mourinho da beden eğitimi hocası... Ama dünyanın en çok kazanan teknik direktörü... Her neyse... Zico, 54 yaşında. Futbola 10 yaşlarında başladığını varsaysak, aşağı yukarı 40-45 yıldır futbolun içinde olan, hayatı yalnızca futbol olan bir insan... Binlerce maç oynamış, dünyanın dört bir yanında çimlere basmış, futbolcu psikolojisinin ne olduğunu en iyi bilenlerden biri olması gereken birisi... Teknik adamlık kariyerinde bir Japonya milli takımı deneyimi var. Şimdi biz yemiyoruz, içmiyoruz, diyoruz ki, "Zico, futboldan anlamıyor... Takımı yapamıyor, oynatamıyor.. Biz olsak, şunu şuraya, bunu buraya..." böyle devam ediyoruz. Futbolun konuşulduğu, sosyal ortamlarda hele bir de kafa dengimizi bulduk mu, veriyoruz coşkuyu: "Hocam, şunu transfer etmeleri gerekiyordu. Ya o adam sağ açık oynar mı? Adam bir kere sol ayaklı.." muhabbeti gırla gidiyor.

Bizimkisi "cahilin cesareti mi?" yoksa gerçekten de haklı mıyız? Baksanıza, üç büyük takım da çok kötü bir sezon geçiriyor. Teknik direktörler maçı izleyen seyirciden farklı değiller. Oyunun kaderini etkileyecek değişiklikleri yapamıyorlar, maçı izlemek ve hata yapan futbolculara tahammül etmekle geçiriyorlar. Ben bu işin içinden çıkamadım... Futbolu güzel yapan unsurlardan biri de bu herhalde... Çünkü herkes içinde kendine göre bir yer bulabiliyor...
Hadi sağlıcakla kalın...

18 Nisan 2007 Çarşamba

Hattrick, Footstar, Travian... Oooo game!

Online oyunlarla tanışmam, Ogame ile olmuştu.. Pek sevdiğim arkadaşlarımdan birinin arkadan ittirmesiyle kendimi 15. Evren'de bulmuştum. İlk başlarda durumun vehametini pek anlayamadım. Zaten malım, mülküm olmadığı için de çok rahattım. Ölmüş eşek kurttan korkar mı? Korkmaz elbette... Zaman içinde insanlarla tanışmaya başladım. Bu tanışıklıklar, ittifakları ve gece nöbetlerini getirdi. Madenler çalışmakla kazanılmıyordu yalnızca... Yağma da çok zevkliydi... Komuta gemilerinden yapıp, yanına da Büyük Nakliye gemilerini verdin mi oooh kebab... Gecenin bir vakti, rakibin uyurken dal gezegene.. Ne varsa indir... Bazısı da çöpten geçiniyordu... Gezegende bekleyen filoyu dağıtıp, uzaya dağılan hurda parçalarını toplamanın keyfi ayrıydı çünkü. Aradan birkaç ay geçtikten sonra gündüz iyice geceye karıştı, uyurgezer gibi dolaşmaya başladım. Bir ara yatarken saati kuruyordum, gecenin 03'ünde kalkmak için. Resmen bağımlı olmuştum... Kendimi kurtardım ama, kurtarana kadar da akla karayı seçtim.

Daha sonra Hattrick'e dadandık. Hattrick, kullanıcı sayısı neredeyse 1 milyonu bulan bir online futbol simülasyonu. Takımınızı yönetiyor, futbolcu yetiştiriyor, transfer ediyor ve maçlara çıkıyorsunuz. Grafik olarak gördüğünüz hiçbir şey yok yazılardan başka... Ama öyle bir mavra dönüyor ki sormayın gitsin... Ben de burada Istanbull FK diye bir kulüp yönetmeye başladım. Birkaç sezon VI: ligde mücadele ettikten sonra, önce V. lige çıktım, burada da yaptığım 14 maçın 13'ünü kazanarak IV. lige merhaba dedim. Tabii soluğum da kesildi. Çünkü takımım IV için hazır değil ve ilk üç maçı kaybederek, averaj takımı olduğumuzu gösterdim. Düşeceğiz ama nasıl...
Hattrick derken, bir de Freekick'i deneyelim dedim ve bir Istanbull da orada yönetmeye başladım. Sonra basketbol şubesini açmaya karar verdim ve Charazay'da Istanbull'u devreye soktum. Ancak Charazay'ın bana göre pek de dostane olmayan arabirimi bu oyundan soğumama neden oldu. Ben de bıraktım...

Son birkaç gündür, Travian ile ilgileniyorum. Bana Ogame gibi bir hastalık olduğunu söylüyorlar. Şimdilik para, pul yok rahatız. Hele ürünleri bir toparlayalım, ileride düşünürüz diyoruz.
Bakın az kalsın unutuyordum. Bir de FootStar var. Bu oyunda da bir oyuncuyu yönetiyorsunuz. Yönettiğiniz oyuncuya idman veriyorsunuz, istediğiniz mevkide geliştirip, yetiştirip maçın adamı olmasını sağlıyorsunuz. Keyifli bir oyun...

Bir "merhaba" ile başlamak...

Hayatımda çok önemli olan, ancak ne kadar önemli olduğunun kendisi bile farkında olmayan birisi, aylar, yıllar sonra bana bir maille ulaştığında konu bölümüne yalnızca "merhaba" yazmıştı... "Ne denir ki?" başka diye soruyordu. Haklıydı... Aradan geçen ve kaybedilen onca zamanın acısını geride bırakıp bir merhaba ile başlamak gerekiyordu yeniden... Ama kalpler ve hayaller kırılmıştı bir kere... Ve kırılanları tekrar bir araya getirmek mümkün değildi. "Kopmayalım e mi?" demişti... Galiba yine koptuk... Bilmiyorum... Eski bir film gibi... Başlıyor ve en heyecanlı yerinde kopuyor... Ve bütün sinema çınlıyor "Hooop makinist!" diye... Ben bu filmi izlemeye mahkumum...

Neyse... Ben de bir "merhaba" ile başlamak istiyorum... Yazar mıyım, yazmaz mıyım bilmiyorum. Saat sabahın neredeyse 03.00'ü olmuş... Şarkıdaki gibi... "Sabahın tam üçündeyim/dertlerin en gücündeyim/hala senin peşindeyim/gitme dedim gittin gönül" diyor ya Fikret Kızılok... Gönül bu gidiyor işte... Tut tutabilirsen... Koşmak gerekiyor peşinden ama nerede o nefes bizde... Biz olsa olsa yuvarlanabiliriz gönülün ardından...

Başladık işte... Maymun iştahlılık etmez, hevesimiz kırılmazsa yazacağız kenardan, kenardan... Sürçü lisan edersek affola... Amacımız kimseyi kırmak değil... Sadece yazmak ve içimizdeki zehri kelimelere dökmek... Saçmalayabilirim... Zaten sonuna kadar saçmalama özgürlüğümü kullanmak istiyorum...